Galeri Nev İstanbul, 1987 yılından günümüze dek temsil ettiği sanatçılar, düzenlediği sergiler ve yayınladığı kitaplarla Türkiye çağdaş sanatının, şekillenmesinde etkin role sahip öncü kurumlardan biri olmaya devam ediyor. Haldun Dostoğlu yönetimindeki Galeri Nev, son olarak Türk resim sanatının öncü isimlerinden Orhan Peker kitabını sanatseverlerle buluşturdu. Galeri Nev’in kurucusu Haldun Dostoğlu ile bir araya geldik ve geçmişten günümüze ülkemizin çağdaş sanattaki yerini konuştuk.
(İSTANBUL) – Galeri Nev İstanbul, 1987 yılından günümüze dek temsil ettiği sanatçılar, düzenlediği sergiler ve yayınladığı kitaplarla Türkiye çağdaş sanatının, şekillenmesinde etkin role sahip öncü kurumlardan biri olmaya devam ediyor. Haldun Dostoğlu yönetimindeki Galeri Nev, son olarak Türk resim sanatının öncü isimlerinden Orhan Peker kitabını sanatseverlerle buluşturdu. Galeri Nev’in kurucusu Haldun Dostoğlu ile bir araya geldik ve geçmişten günümüze ülkemizin çağdaş sanattaki yerini konuştuk.
– Türk resim sanatının önde gelen isimlerinden biri olan Orhan Peker kitabını hazırladınız, öncelikle bize biraz kitabın doğuş amacını anlatır mısınız?
Ressam Orhan Peker kitabı, serisinin dokuzuncusuydu. QNB Finansbank’ın, ‘Türk sanatçılarının önemli isimlerinin kitaplarını yapalım ve bu sanat tarihine kalsın kararı’ doğrultusunda 10 kitaplık bir set hazırlama kararı aldık. İlki Erol Akyavaş, arkasından Nejat Derin, Abidin Dino, Alev Ebuzziya, Cihat Burak, Mehmet Güleryüz ve son olarak Orhan Peker kitabı yaptık. Şu an üzerinde çalıştığımız Sabri Berkel kitabımızla serinin onuncusunu tamamlayacağız. Türk resim sanatının majör önemli isimlerini, sanata tarihinde daha kalıcı hale getirmek, gelecek kuşaklara aktarabilmek amacımız. Orhan Peker, Ankaralı bir ressam olması nedeniyle duygusal bir bağ kurdum kendisiyle. Çok naif, çok insanı, iddiasız gündelik yaşam kompozisyonlarına yer veren bir sanatçı olması, duygusal olarak kendisine yakın hissettirdi. Bu nedenle bu kitabı yapmaktan çok mutluyum.
– Orhan Peker’in Türk Resim sanatındaki yeri nedir?
Bu kitabı hazırlarken fark ettiğim birkaç unsuru söylemek isterim. Orhan Peker’in kendi şöyle ifade ediyor: ‘Ben majör ve büyük akımların sanatçısı değilim. Hiçbir akıma angaje olmadan sanat üretmeye gayret ettim’
Peker’in resimlerine baktığımda, ona benzeyen başka bir sanatçı olmadığını fark ettim. İtfaiyecileri, mandacıları, köpekleri, kedileri, kucağında horozlu çocukları resmetmiş. Hepimizin samimi olarak gördüğü, hayattan sahneleri Türk Resim sanatına dökmüş. İçten ve samimi bir dili var ki beni yakalayan da bu oldu.
– Orhan Peker’in resimlerinden hayatımızın bir parçası olan hayvan figürlerini özellikle kedileri sıkla görüyoruz. Bunu neden tercih ediyor?
Hiçbir ressamın akıl etmeyeceği, daha küçük dünyalar, gündelik hayatımızın resmini yapan, o insanları sahneye çıkaran tavrı var. Bu da onun insani tarafı.
– Bu saydıklarımızın yanı sıra Aşık Veysel portresini de yapıyor Orhan Peker ve bu onun için bir dönüm noktası oluyor. Neler değişiyor hayatında?
Bu resimle ödül alıyor ve yılın sanatçısı seçiliyor. O dönem Turizm Bakanlığı tarafından yurt dışına gönderiliyor. Bir yıl İspanya’da kalıyor. Orada yaşarken Miro’ları Velazquez’leri ve resim sanatındaki diğer büyük ustaları, izleme fırsatı buluyor ve “İspanya defteri” diye bir günce tutuyor. Bugün Orhan Peker dendiğinde ilk akla gelen o defterdir. Bir nevi vakanüvis gibi İspanya günlerini hem resim hem yazıyla dile getirmiş ve bir belge bırakmış. Bu nedenle ödülü, ona böyle bir imkan sağlamış.
– Orhan Peker “10’lar Grubu’nu neden kuruyor. Kimler yer alıyor içerisinde?
10’lar Grubu, Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun öğrencilerinin kurduğu, 1947-1955 arasında aktif olmuş bir ressamlar grubu. O yıllarda bu kadar sergi açama imkanı yok, galeriler ve müzeler yok. 10’lar Grubu ile kendi işlerini gösterme imkanı arıyorlar. Turan Erol ile Orhan Peker’in öncüsü olduğu 10’lar Grubu’nun en büyük destekçisiyse hocaları Bedri Rahmi Eyüpoğlu.
– O döneme baktığımız zaman sanatçılar arasında büyük bir dayanışma olduğunu görüyoruz. Bu sanat üretimlerine de yansıyor. Ancak günümüzde, sanatçılar arasında böyle bir dayanışma görmüyoruz. Neden?
1950’lerden itibaren edebiyatçılar, şairler, sinemacılar, aynı meyhanelere gider, aynı lokantalarda yemek yer ve aynı kahvehanelerde sohbet ederlerdi. Sanat tarihçisi Turgay Gönenç, bu dayanışmanın sanat içeriklerini de güçlendirdiğini söyler. Çünkü entelektüel olarak birbirlerini besliyorlar. Ömer Uluç’un en yakın arkadaşı Edip Cansever, Turgut Uyar’ın en yakın dostu Mehmet Güleryüz gibi birçok örnek verebiliriz. Ama 80’lerin sonuna doğru Turgut Özal seçiliyor, 24 Ocak kararları, ülkede serbest ekonomiye geçişle birlikte bireysellik öne çıkmaya başlıyor. Toplumda dayanışma ruhu kayboluyor ve herkes, kendi başının çaresine “özgürleştiğini” zannederek bireyci ve bireysel bir tavra giriyor. Sinemacı, edebiyatçı, ressam ilişkisi kopuyor. Herkes kendi kulvarında yürümeye başlıyor. Atilla İlhan’ın bir lafı vardır: Bunlar kendi göbeğine bakıp roman yazarlar. Kendi göbeğine bakıp roman yazılmaz. Başka dünyaları izleyeceksin.
– Galeri Nev, 1980’lerin sonlarına doğru açıldı. İlk açıldığında bu yana güncel sanat alanında neler değişti?
Ankara’da Artisan, Siyah Beyaz ve biz Galeri Nev’i açtık. Aynı yıllar İstanbul’da Teşvikiye Sanat, Urart, Tem Sanat galerileri açıldı. Bugün sanat ekonomisi, piyasası denilen şey varsa, o günlerdeki başlangıç nedeniyle oldu. Biz bu işe başlarken galericilikte dünyada neler olup bitiyor, 10 yıl sonra kendimizi nerede göreceğiz? Böyle bir vizyon planımız yoktu. Yüzme bilmeden havuza girmek gibi oldu. İlk sergimizi Abidin Dino ile açtık. Anka Haber Ajansı’nın kurucularından Müşerref Hekimoğlu o sergiyle ilgili çok iyi bir yazı yazmıştı. O yazıyı, hala saklarım. Çıtayı yüksekten başlatınca, mecburen çok şey öğreniyorsunuz. Abidin Dino’nun bize yol göstermesi çok etkili oldu. Kendimizi ilk Türk Modernist kuşağın içinde bulduk. Ne demek bu? Nejat Derin, Mümin Orhan, Selim Turan, Tiraje Dikmen gibi isimlerle tanıştık. Bunların sanat eserlerini, sergilemeye başlayınca kendimize bir güzergah çizdik. O yol bize, geleceğe dair ışık tuttu.
– Galeri Nev, Beyoğlu’nun tarihi yapılarından biri olan Mısır Apartmanı’nda bulunuyor. Beyoğlu’nun değişen demografik yapısı, burada bulunan sanat kuruluşlarını ve sanatı nasıl etkiledi?
Beyoğlu, 1950’lerde kültür ve sanatın merkeziydi. Sait Faik, Orhan Kemal, Melih Cevdet gibi pek çok sanatçının bir araya geldiği bir yerdi. 1970’lerde siklet kaybetmeye başlıyor. Gece kültürünün daha hakim olduğu bir semte dönüşüyor ve kültür alanları buradan çekiliyor. 1980’lerin ortasında Vitali Hakko’nun girişimiyle ‘Beyoğlu Güzelleştirme Derneği’nin kurulmasıyla bölge trafikten arındırılıyor. Beyoğlu, olumlu anlamda dönüşmeye başlıyor. Kitapçılar, sinema salonlarının sayısı çoğalıyor. Üniversite öğrencilerinin gelip gittiği uğrak yeri olunca, Beyoğlu’nda yeni bir dinamik oluşmaya başlıyor. Bir dönem hatırlarsınız bankaların galerileri vardı. Şu an Sadece Yapı Kredi kaldı. Günümüzde Akbank Sanat Galerisi, Salt Beyoğlu, Pera Müzesi, Arter ve İstanbul Modern’in bulunduğu kültür parkuru, Taksim’den Galata’nın aşağısına inen bir alana yayılıyor. Dolayısıyla kültürün tüketildiği yer İstanbul’da Beyoğlu halen.
– Çağdaş sanatın sınırları var mıdır? Varsa nelerdir? “Bu da sanat mı” sorularıyla sık sık karşılaşıyoruz.
Sanata sınır konulmaz. Sanatçının elini kolunu bağlayamazsınız. Yazarın kalemini tutamazsınız. Bunu sergilersiniz, sergilemezsiniz bu ayrı konu. Üretime sınır koymak kimsenin haddine değil!
– Bienallerin çağdaş sanata ve sanatçıya nasıl katkıları oldu?
İstanbul Bienali, uluslararası seyirciye ulaşma imkanı sağladı, dünya İstanbul’a bakıyor. İstanbul Bienali, merakla beklenen, ilgiliyle takip edilen bienaller dünyasına girdi. Bir de ülkemizde yerel birtakım faaliyetler var. Sinop Bienali, Çanakkale Bienali, Mardin Bienali, bunlara gerek var mıdır, yok mudur? Bu bienallerin şehrin otellerine, lokantalarına ve taksicileri dışında katkısı nedir orası tartışılır.
– 2 yıl önce bir yarışmada ödül alan sanatçının eserinin taklit olduğu ortaya çıkmış ve ödül geri alınmıştı. Bir eserin taklit olup olmadığını nasıl anlıyorsunuz?
“Zamanın ruhu” diye bir tabir var. Almanların kullandığı Zeitgeist. Eskiden birbirimizden haberdar olamıyorduk. Mozambik’teki bir sanatçının ne yaptığını Toronto’daki bir sanatçının haberi olmayabilirdi. Günümüzde artık herkes birbirinden haberdar. Üstelik dünya çok benzer sosyolojik, psikolojik, siyasi koşullar altında yaşıyor. Aynı haberleri izliyoruz. Örneğin İsrail’in Hamas ile mücadelesini, ben de siz de Güney Afrikalı da izliyor. Dolayısıyla birbirinden habersiz iki sanatçı, dünyanın iki ayrı yerinde aynı şeyleri yapıyor olabilir. Bu mümkün; örnekleri de var. Bu demek değildir ki ona bakıyor, taklit ediyor. Çünkü aynı hayal gücüyle çalışıyor olabilir. Aynı şehri hayal edebilir. Bilgi ve internet çağındayız, herkes her şeyden aynı anda haberdar oluyor. Bu birinci etken. İkincisi, taklit o kadar yaygın ki dünyada her şeyin taklidi yapılıyor. Bilmem hatırlar mısınız Türkiye’de 18 tane sahte Picasso tablosu bulunmuştu durup dururken. Hatta bir kısmı da Ankara Resim Heykel Müzesi’nde sergilendi. Cumhuriyet Gazetesi’nden Özgen Acar araştırdı. Bunların Irak’ta sokakta yapılan resimler olduğu tespit edildi. Hepsinin sahte olduğu anlaşıldı.
– Çağdaş Sanatta dünyanın neresindeyiz? Sanatçılarımız uluslararası alanda kendilerini tanıtabiliyor mu?
Türkiye’deki sanat üretimi, dünyanın herhangi bir ülkesinden geride değil. Çok yetenekli, çok donanımlı sanatçılarımız var. Bu tartışılmaz. Ama onların uluslararası pazarlara girme şansı zayıf. Bizim ekonomimiz yeteri kadar güçlü olmadığı için sanat dünyasında dönen parayı topladığınızda o sanatçıları uluslararası alanlara, müzelere sokmak için yeterli gücümüz yok. Küçük atölyelerde, küçük üretimler yapmak zorunda kalıyorlar. Biraz imkanı olan sanatçılar, kendini gösterebilme şansına sahip olanlar, bu imkanı yakalayabiliyor.
– Bu imkanı sağlamak için neler yapılmalı?
Türkiye’de sanat kalitesini üretimini arttırmak için bir yatırım yapılması gerekiyor. Büyükşehir Belediyeleri, kültür merkezleri açıyor. Bir tane de sanatçılara atölyeler yapsalar. Bu atölyelerde rahat imkanlarla çalışsalar, daha kolay uluslararası lige ulaşma şansı elde edeceklerdir. Sanat üretim ve kalitesi geride değil ama pazarlama kabiliyetimiz, onları uluslararası pazara sokma kabiliyetimiz konusunda yeteri kadar güçlü değiliz.
– Toplumun çağdaş sanata bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İlk İstanbul Bienali seyirci sayısı 5 bindi, son bienalin seyircisini 165 bine çıkaran bir neden var; İstanbul Modern, Pera Müzesi ve Sabancı Müzesi, üçü de 2004 yılında açıldı. Düşünün 2004 yılına kadar İstanbul’da bir tek Resim Heykel Müzesi vardı. Onun dışında sanatın izlenebileceği birkaç özel galeri dışında alan yoktu. Şimdi fuarlara, müzelere gidebiliyorsunuz. İBB’nin açtığı Artİstanbul Feshane’yi ücretsiz gezip, sanat eserlerini inceleyebiliyorsunuz. Dolayısıyla sanat ve seyirci arasındaki ilişki özgürleşti, sadece galerilerin küçük dünyalarında kalmayıp daha yaygın seyirciyle buluşma şansı yakaladılar. Bu çok olumlu bir gelişme. Seyirci, bu sanat eserleriyle karşılaştıkça dünya ile gustosu, zevki yükselmeye başlıyor. Sergilerle temas arttıkça iyi ve kötüyü ayırt eder, beğenisini yükselten bir seyirci oluşmaya başladı. Biz galeriyi açtığımızda 10 tane koleksiyoner vardı. Şimdi binlerce. Uluslararası seyahatlere gidip sanat eserlerini görüyorlar; zevki yükseldikçe, Türkiye’deki üretimi zorluyorlar. Tek eksiğimiz, bütün dallar için geçerli, eğitimin kalitesi; yükselmiyor, aksine düşüyor.
– Şu an ne üzerinde çalışıyorsunuz?
Son 40 yılımı yazmak istiyorum.