“Okuduğun ama anlamadığın bir yazı okunmuş sayılmaz.” Prof. Ernst E. Hirsch, 1933 yılı Ekim ayı içinde İstanbul’a gelir. Bu sırada Darülfünun bütün fakülteleri ile birlikte 31 Temmuz 1933 günü kapatılmış ve yerine 1 Ağustos 1933 günü İstanbul …
“Okuduğun ama anlamadığın bir yazı okunmuş sayılmaz.”
Prof. Ernst E. Hirsch, 1933 yılı Ekim ayı içinde İstanbul’a gelir. Bu sırada Darülfünun bütün fakülteleri ile birlikte 31 Temmuz 1933 günü kapatılmış ve yerine 1 Ağustos 1933 günü İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. İstanbul Üniversitesi 18 Kasım 1933 günü düzenlenen bir tören ile eğitime başlar. Ernst E. Hirsch ve o dönem Türkiye’deki okullarda görev alan tüm hocaların yapılan sözleşme gereği, üç yıl içinde Türkçe öğrenmeleri ve üç yıl sonra derslerini Türkçe vermeleri gerekmektedir. 1 Kasım 1928 günü Türk alfabesi ve eğitim seferberliği ilan edilmiştir. Artık Türk dilini öğrenmek daha da kolaylaşmıştır, çünkü yeni alfabe bu konuda büyük bir rahatlık sağlamaktadır. Türk dili seferberliğinin, radikal bir dil reformunu başlatması ön görülmektedir. Ancak bu seferberliği başlatanların farkına varamadığı bir nokta, dilin kendiliğinden harekete geçebileceğidir. Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin kullanıma başlanmasının o güne kadar alışılmış imlada, Arapça ve Farsça kurallarla dolu dilbilgisinde temelli değişikliklere yol açmakla kalmayacağını, ister istemez kelime hazinesinde ve konuşma üslubunda da etkili bir değişim olacağını çok az kişi görmüştü. Bu değişimin kaçınılmaz olduğunu görenlerden biri de Ernst E. Hirsch’tir.
Prof. Ernst E. Hirsch, “Anılarım” isimli kitabında, “Alfabenin değiştirilmesi ve Arap yazısının kamuda kullanılmasının yasaklanması Türk kültürün en büyük dönüm noktalarından biri olmuştur” diyor.
Hirsch, “Anılarım” isimli kitabında bu tespitini; “Alfabenin değiştirilmesi ve Arap yazısının kamuda kullanılmasının yasaklanması -ki ancak pek az istisna bu yasağa uymamıştır- Türk kültürün en büyük dönüm noktalarından biri olmuştur. Bu kültürün tüm düşün ürünleri ve eserlerini, gelecek kuşaklar, ancak ve ancak Latin yazısına aktarıldığı oranda tanıyabilecektir.” sözleri ile dile getirir. Yaklaşık doksan yıl önce söylediği bu sözlerin sıkıntısını günümüzde hâlâ çekmekteyiz. Türk toplumu sanki öncesi yokmuş gibi, uzun geçmişinin oluşturduğu bilgi birikimden yoksun kalmıştır ve kalmaya da devam etmektedir. Son zamanlarda artan bir hızla Eski Türkçe kitap ve yazmaların Latin alfabesine transkripsiyonu yeterli bir çalışma değildir. Geniş kitlelerin haberdar olması ve geleceğini oluşturması için bu belgeler günümüz diline çevrilmelidir. Bazı kişilerin “Merak eden Eski Türkçe öğrensin!” sözlerinin anlamsız olduğunu düşünüyorum. Tarihçiler ve araştırmacılar için elbette böylesi bir öğrenme gereklidir, ancak geniş kitlelerin eğitim, ahlak, ekonomi, devlet yönetimi, terbiye kuralları vb. gibi değişik konular hakkında geçmişe dair bilgi sahibi olmak için Eski Türkçe öğrenmesini beklemek büyük bir hayaldir. Eğer yüzlerce yıllık bu birikim, hemen herkes tarafından anlaşılabileceği şekilde günümüz diline aktarılırsa ülke olarak büyük bir kazanç elde ederiz.
İnsanlar öğretirken öğrenir
Seneca’nın gençlik yıllarında “Homines dum docent discunt / insanlar öğretirken öğrenirler” dediği söylenir. Bu fikir, atasözü olarak “Docendo discimus / öğretirken öğreniriz” kelimeleri ile ifade edilir. Bu eski gerçeğe, öğretmek zorunda olduğum şeyleri evvela kendim öğrenmek zorunda kalarak eriştim. Bu nedenle gerek öğrencilerime gerekse her tür ortamdaki kişilere; “Merak duygularını geliştirmelerini, merak ettikçe doğruya ulaşmak için okumanın ve araştırmanın gerekli olduğunun farkına varacaklarını” anlattım. Merak duygusu bir süre sonra yeni bir şey öğrenmenin, etrafımızda gelişen dünyanın heyecanını da birlikte getirecektir.
Yüzyıllar önce bu topraklarda yaşayan Mevlânâ, “Bugün yeni bir gün cancağızım, yeni şeyler söylemek lazım” diyor.
Yeni şeyleri söylemek nasıl mümkün olacak? Yeni şeyler, yeni düşünceler, ancak daha çok okumak, araştırmak ve öğrenmekle olur. Bugün pek çok gencin Montaigne, Bacon, Descartes, Voltaire’i okuduğunu, buna karşın Kâtip Çelebi, Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi ve benzeri çok sayıdaki kişinin eserlerine erişmekte güçlük çektiklerini görüyorum. Rahmetli Orhan Şaik Gökyay’ın yıllar süren hayalinin gerçekleşmesi sonucu vefatından dokuz yıl sonra 2003 yılında yayımlanan “Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnâmesi: İstanbul” her ne kadar yeterince açıklama ihtiva etmese de bu konuda örnek alınacak bir çalışmadır. Çok az sayıda transkripsiyonunun basılmasına karşın, günümüz Türkçesiyle yapılan baskısı, hemen herkesin ilgisini çekmiş, yüz bine yakın satış yapmıştır.
Geçmiş kültüre dair
Osmanlı sanat mimarisi, yaşam kültürü, yemek kültürü, kulaktan duyduğumuzu veya bir başkasının yorumları ile haberdar olduğumuz olayların gerçeklerini öğrenmek için geçmişimize ait tüm eserlerin günümüz Türkçesi ile yayımlanması şarttır. Aynı sorun alfabe değişikliği yapmayan ülkeler için de geçerlidir. Çok az İngiliz veya Fransız, XIII. ve XV. yüzyıl İngilizcesini veya Fransızcasını okuyup, anlayabilir. Çünkü dil zaman içinde kendiliğinden harekete geçer, değişir ve gelişir. Bu gibi ülkelerde geçmişe ait kitaplar ve yazmalar günün konuşulan dilinde yayımlanır. Hatta bazı önemli kitapların on yaşına kadar olan çocuklar, gençler ve ileri yaştaki okurlar için çeşitli edisyonları yapılır.
1990’lı yılların ortalarına doğru Paris’te bir kitapçıda Nicolas de Nicolay’ın, Lyon 1568 tarihli “Türkiye Seyahatnamesi” adlı kitabını gördüm ve satın aldım. Kitabın kendisinin yanı sıra ilginç bir özelliği de ön kapağının iç kısmına yapıştırılmış olan 1789 tarihli mektuptu. Konuya vakıf bir Fransız dostumdan bu mektubu okumasını rica ettim, zorlandı ve “Okuması çok zor!” dedi. Aradan geçen iki yüz yılı aşkın süre içinde dil çok değişmişti. Bazı kelimelerde anlam kayması olmuş, bazı kelimelerin ise neyi ifade etmek için kullanıldığı unutulmuştu. Daha sonra Richard isimli bir kişi tarafından yazılan bu mektupta, 1789 ihtilali nedeniyle Paris’te çıkan karmaşa ortamında, “Bu kitap kaybolur ve birinin eline geçerse kendisine geri getirmeleri, eğer böylesi bir hizmette bulunurlarsa büyük bir mükafatla ödüllendirilecekleri” yazdığını öğrendim.
Hemen hemen aynı durumu bizlerde yaşıyoruz. Gerek alfabe gerekse dil bakımından geçmişte yazılmış olan eserleri anlamakta ve yorumlamakta güçlük çekiyoruz, çünkü dil gelişiyor ve değişiyor. Diğer taraftan geçmişte kalmış bu eserler zaman zaman Latin alfabesine aktarılıyor. Ama birkaç akademisyen ve konuya meraklı insan dışında okuyan, okusa da anlayan ne yazık ki yok. Örneğin okuduğum benzeri bir kitabın, bir bölümü, “Vekāyi-i Sene Erbain ve Selâsîn ve Mieteyn ve Elf” başlığı ile başlıyor. Bu başlığın altına veya üstüne “1 Muharrem 1234-29 Zilhicce 1234 (31 Ekim 1818-19 Ekim 1819) olayları” yazmak çok mu zor? Acaba anlaşılması zor şekilde yazınca ne bilgili insan mı denmesini bekliyoruz? Kitabın iç kapağında “Neşre Hazırlayan” yazıyor. Böylesi bir kitabı neşre hazırlama işini üstlenen birinin, bir imparatorluğun devlet yönetimi, iç işleri, dış işleri, ekonomi, vd. gibi deneyimlerini aktardığının farkında olmamasının mümkün olmadığını düşünüyorum, yoksa böylesi bir çaba içinde olmazdı. Ancak neşre hazırladığı bu büyük hacimli kitap çok küçük bir azınlığa hitap ediyor. Bu kitabın yabancı bir dile tercümesinin yapılıp yapılmadığı konusunda da bir bilgi bulamadım, ama eğer yapılmış ise mutlaka günün konuşulan diline göre yapılmıştır. Bu nedenle bazı araştırmacıların bizim kaynaklarımızı yabancı dile çevrilmiş baskıları üzerinden incelediğini, çok az sayıdaki insanın yazmanın aslına başvurduğunu bilmekteyim.
600 yılı aşkın süre hüküm sürmüş bir imparatorluğun her türlü bilgi ve belgesini toplumun büyük bir kesimi tarafından anlaşılır ve okunur şekilde günümüz Türkçesi’ne çevirmenin oldukça güç olduğunu anlıyorum, ancak buna mecburuz. Hemen her gün “Geçmişle bağlarımız koptu!” diye şikâyet edenlerin büyük bir çoğunluğu sanki bu kopukluğun devamı için çalışıyor. Bu tür belgelerin hepimiz için faydalı olduğunu düşünüyorum. Geçmişe ait hepimizin öğrenmek isteyeceği çok şey var. Bazı kitapların yalnızca çevirilerinin yapılması da yetersiz, farklı yaş gruplarına göre farklı edisyonlarının da yapılması gerekiyor. Geçmişe ait deneyimleri nakil yoluyla değil, akıl yoluyla değerlendirmeliyiz.
Kâğıt israfı
Bence bu tür yayınlar kâğıt israfından başka bir şeye hizmet etmediği gibi, bir kez basılmış olmaları yeniden günümüz dilinde basılmalarına da mâni oluyor. Geçmişi öğrenmek ve gelecek oluşturmak için faydalanmak, ancak bu eserlerin anlaşılır olmasıyla mümkündür.
Bundan böyle kâğıt ve emek israfına son verip, geçmişe ait belgelerin günümüz dilinde, herkesin anlayacağı şekilde, notlar ve şerhlerle genişletilmiş olarak yayımlanması için çaba göstermeliyiz. “Ben yaptım oldu!” demekle olmuyor. Eksiklerimizi görüp, bu eksiği tamamlamak ülkemize olan borcumuzdur. Herkes işini layıkıyla yaparsa şikâyet ettiğimiz problemler büyük ölçüde azalacaktır. “Merak eden Eski Türkçe öğrensin!” demek, bizim geçmişimizle olan bağlarımızı kopartıyor, farkına varmadan bu gidişe destek verenlerin gelecekte vebali büyük olacaktır.