Batman Belediyesi tarafından bu yıl ilki düzenlenen “Batman Film Günleri”ne katılan usta yönetmen Derviş Zaim, yurtdışında Türk sinemasının karşılaştığı sorunlara ilişkin, “Türklerden bekledikleri filmi yapmazsan, allameicihan olsan seni o yerlere sokmazlar.
Batman Belediyesi tarafından bu yıl ilki düzenlenen “Batman Film Günleri”ne katılan usta yönetmen Derviş Zaim, yurtdışında Türk sinemasının karşılaştığı sorunlara ilişkin, “Türklerden bekledikleri filmi yapmazsan, allameicihan olsan seni o yerlere sokmazlar. Dışarda kültürel, politik ve sanatsal oryantalizm var. Bu üç sacayağından, süzgeçten geçiyor Türk sineması.” dedi.
“Tabutta Rövaşata”, “Filler ve Çimen”, “Nokta ve Cenneti Beklerken” gibi unutulmaz filmlere imza atan Zaim, Batman İlk Kültür ve Turizm Müdürlüğü Konferans Salonu’nda “Flaşbellek” filminin gösterimi sonrası sinemaseverlerle bir araya geldi.
Çukurova üniversitesi öğretim üyesi, yönetmen Batuhan Kalaycı moderatörlüğünde gerçekleştirilen söyleşide, sinemada izlediği yola değinen Zaim, “Parçalara ayırmak gerekirse, bir sinema yönetmeninin kendisine ait sistemi kurması demek, kendisine ait işaretler sistemine sahip olması demektir. Başka şartlar da var. Bu işaretler sistemini başkalarına anlatabilecek sözel, görsel yeteneklere sahip olması gerekir. Bu işaretler sitemini gerçekleştirecek olanakları bulabilecek esnekliğe, kabiliyete ve girişkenliğe, dayanıklılığa sahip olması anlamına da geliyor.” diye konuştu.
Derviş Zaim, sinema yönetmenliğinin zamanı ve mekanı tıraşlama işi olduğunu belirterek, şunları kaydetti:
“Bir heykeltıraşın yaptığı işten hareket edelim. Bir kaya parçası verirsiniz ve ondan bir heykel yapmasını istersiniz. O heykeli alır, Rodin’in dediği gibi fazlalıkları atar ve oradan düşünen adam heykeli çıkar. Bir yönetmen de kendisi için zamanı ve mekanı tıraşlar. Derviş Zaim’e göre, mekanı tıraşlamaya başlayınca aynı zamanda zamanı da tıraşlamaya başlar. Mekanın çok çeşitli yerlerine kamerayı koyarak, kameranın saptadığı planları yan yana dizerek bir kamera ve mekan ilişkisi kurabilir. Mekanın içerisinde kameranın dolaşmasına izin vererek bir plan sekansı mantığı içerisinde tıraşlayabilirsiniz. Buradan ayrı bir doku ortaya çıkar.”
Bazı yönetmenlerin zamanı ve mekanı nasıl tıraşladıkları üzerine uzun uzun düşündüklerini kaydeden Zaim, “Başkalarının işlerini etüt ettikleri için onu teorize etmeye başlarlar. Bu hem faydalıdır ama aynı zamanda geri çeker, geri tepme ihtimali olan bir şeydir ama ben çoğunlukla faydalı olduğuna inanıyorum. Dünya tarihinde zaman ve mekanı farklı şekillerde tıraşlama söz konusudur. Dünya sinema tarihi tercihlerin tarihidir bu anlamda.” ifadelerini kullandı.
“Mit, ritüel, sembol olmadan derinleşemezsiniz”
Derviş Zaim, her yönetmenin kendisine ait ahlaki sistem kurması gerektiğinin altını çizerek, “Yönetmenin kendi hayatı, deneyimleri, şahsi görüşleri, psikolojisi, inançları ve de ahlak felsefesine yakınlığı, içinde bulunduğu kültürün ne kertede farkında olup olmadığı gibi meseleler tarafından belirlenir.” dedi.
Kültürel değerlerin yapılan işlerdeki önemine de işaret eden Zaim, şu bilgileri verdi:
“Mit yani menkıbe, ritüel, sembol olmadan derinleşemezsiniz. Kendinize ait ve de otantik bir dil oluşturmanız zordur. Şahsi sinema kurmak demek, içinde bulunduğun kültürel havuzun sana sunduğu mit, ritüel ve sembollerle hesaplaşmak, onların fonksiyonundan geçerek zamanı ve mekanı tıraşlamaya çalışmak demektir. Şahsi sistemini kuran sinemacı olmak, böyle bir yürüyüş güzergahına sahip olmayı gerektirir.
İtalyan yeni gerçekçiliği o filmleri yapabildi, çünkü İtalyan toplumunun, İtalyan geçmişinin, bütün mit, ritüel ve sembollerini kardılar, değiştirdiler ve ondan hareket ederek, tüm Rönesans’ı, Roma geçmişini, Batı medeniyetini, II. Dünya Savaşı’ndaki faşist deneyimi ve acılarını da içine katarak konuşuyorum, oradan akarak çıkan ve de mit, ritüel, sembollerden hareket ederek giden, zaman ve mekanı bu sayede tıraşlayan bir sinema ortaya çıktı.”
Usta yönetmen Zaim, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki büyük çalkantılar nedeniyle insanları farklı bir dünyayla karşı karşıya kaldığının altını çizerek, “Ancak büyük sosyal çalkantılar sanatta bu kadar büyük ve diri hareketlere yol açabilir. II. Dünya Savaşı’nın tokadını yedikten sonra Batı, neoliberalizmi çıkarmak zorundaydı. Ancak o şekilde İtalyan ustalar ortaya çıkabildi. Fransa’da kapitalizmin buhranı yüzünden Avrupa sanat sineması ortaya çıktı. Hollywood devam etmek durumunda kaldı. Kapitalizm böyle bir rüya makinesi istiyordu ve Amerikan Rüyası o şeyi yarattı. Amerikan Rüyası, kapitalizm dönüşüp kendini yeniledikçe devam etti ve şu anda da platformlarda sürüyor, size ayar satıyor.” değerlendirmesinde bulundu.
Mit, ritüel ve sembolle doğru düzgün hesaplaşamamış bir yönetmenin, ticari ya da sanat sineması yapamayacağını vurgulayan yönetmen, sözlerini şöyle sürdürdü:
“John Ford, klasik Hollywood sinemasının dilini oluşturan büyük usta. 20. yüzyılda dominant olan Amerikan kültürünün mit, ritüel ve sembolünü oturttu. Western’in giysisini, şapkasını, bütün ikonalarını, göstergelerini oturtan adamdır. Vahşi Batı miti üzerinden, insanlığın keşfedilmemiş olanı bulmaya çalışmasını, Batı felsefesine, Yunan mitlerine kadar götürebilirsiniz. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başındaki Amerika bütün bunların bir uzantısıydı. John Ford, üç perde anlatısı, Aristo’yu aldı. İçine Amerikan vahşi batı kavramını doldurdu. Hollywood anlatısı ortaya çıktı. Sonra Frank Capra romantik komedileri aynı mantıkla yürüttü. Amerikan Rüyası’nı romantik komedi yapmaya çalıştılar. Frank Capra ve John Ford bütün bu ikonografiyi bizim için oturttu. Yeşilçam onlardan kopya ederek bugüne geldi. Spielberg, John Ford’dan bayrağı alıp şu anda günümüze getiren, klasik zamanın yaşayan en büyük ustalarından biri. Onda da hesaplaşma vardır ve ne yaptığının farkındadır. Jaws’tan tutun canavarlara varıncaya kadar ince ince anlatabilir.”
“Sanat sineması, klasik sinemayı çok iyi bilmekten geçer”
Zaim, Jean-Luc Godard, Alain Resnais ve Christopher Nolan gibi usta sinemacıların da mit, ritüel ve sembollerle uğraştıklarına dikkati çekerek, “Ben de mit, ritüel ve sembollerle uğraşıyorum ve buradan hareket ederek zamanı ve mekanı duruma göre tıraşlamaya, belli bir denge oturtmaya çalışıyorum. Bunu klasik sinemada da yapmak mümkündür, hatta bunu bilmeyen adam klasik, ticari ya da sanat sinemasını iyi yapamaz. Kaldı ki sanat sineması, klasik sinemayı çok iyi bilmekten geçer. Klasik sinemayı iyi bilmeyen sanat sineması yapamaz, yaptığı şeyin neye denk düştüğünü de anlayamaz. Türk sinemasında olan şey de budur.” diye konuştu.
Referanslar sistemi olmadığı zaman mit, ritüel ve sembollerle oynanamayacağını aktaran usta yönetmen, şöyle devam etti:
“Bir Türk sinemacısının avantajı nedir? Hollandalının sahip olmadığı şeye sen sahipsin. Şeyh Galip var sende ama Hollandalıda yok. Ama sen aynı zamanda şu ya da bu şekilde 200 senedir Erasmus’u da okuyorsun, sana Spinoza’nın da değerli olduğu söylendi. 20. yüzyıl deneyimi, Kemalist geçmiş var. Daha öncesinde başka bir geçmiş var. Bütün bu farklı geçmişler sana farklı bir referanslar sistemi veriyor mu, veriyor. Bunlardan hareket ederek bir sinema kurman mümkün. Bana kalırsa, 100 ya da 200 sene, referanslar sisteminden hareket ederek konuşuyorum, sıkışmışlığın filmini iyi yapabiliriz biz. İki arada, bir derede kalmışlığın filmini dünyada en mükemmel yapabilecek insanlar biziz ama bunun henüz farkında değiliz. Türkler sıkışmışlığın başyapıtlarını vermeye namzettir, geçmiş nedeniyle. Ama bunu bilince çıkaracak yönetmenler lazım. Mit, ritüel ve sembolü alacak, referanslar sisteminin karışıklığına bakacak, kendisine ait bir mit, ritüel ve semboller sistemi kuracak.”
Derviş Zaim, Türk politik filmini cılız bulduğunu kaydederek, “Bu hep böyleydi. Referanslar sistemiyle ilgili derinleşemiyorlar. Türk sinemasının daha çağdaş, sanat sineması yapmaya çalışan kesimine baktığım zaman da bir nihilizm görüyorum. Türk ana akım sinemasında da, ticari sinemada da nihilizm görüyorum ayrıca. Ertem Eğilmez böyle değildi. Şu andaki Türk sinemasındaki nihilizm beni çok rahatsız ediyor. Bunu büyük bir dezavantaj olarak görüyorum.” ifadelerini kullandı.
“Nihilist sinemadan bir şey olmaz”
Referanslar sistemi nedeniyle toplumun kafasının karıştığını vurgulayan Zaim, “Senin dışarıya açılan yönetmenlerin ya da içeriye açılacak yönetmenlerin nihilistler. Nihilist sinemadan bir şey olmaz, değer üretmez ancak değer üretebilme kapasitesi olan bir sinema geleceğe kalır.” değerlendirmesini yaptı.
Yönetmen Zaim, içinde yaşadığı çağa ilişkin sorumluluğu dolayısıyla fotoğraflar çekmeye gayret ettiğini söyleyerek, “Tabutta Rövaşata’da sınıfsal bir durum vardır. Büyük şehirde ayakları üzerinde durmaya çalışan, duyarlıklı adamın ayakta kalma mücadelesi vardır ve bir neorealist gelenekten gelir Tabutta Rövaşata. İçesinde hafif Amerikan bağımsız etkisi de vardır. ‘Filler ve Çimen’ aynı minval üzere devam eder ve Türkiye’deki çürümenin devlet, mafya, aşiret tarafından Susurluk diye tabir edilen meselede ortaya çıkan fotoğrafını çekmeye çalışır. Bu anlamda devletteki çürümenin bir tezahürüdür ve ne yazık ki Filler ve Çimen’den sonra Türk sinemasında politik bazda benzer bir film ortaya çıkmamıştır.” dedi.
Kıbrıslı olduğunu ve Kıbrıs’la ilgili yapılmış iki uzun metrajlı filme imza attığını aktaran Zaim, daha önce Kıbrıs’la ilgili yapılmış filmlerin derinliksiz ve basmakalıp olduğunu sözlerine ekledi.
Zaim, gelenekten nasıl yararlanabileceğine kafa yorduğu birkaç film daha yaptığını kaydederek, şu bilgileri verdi:
“Bunlar ‘Nokta’, ‘Cenneti Beklerken’ ile ‘Gölgeler ve Suretler’di. Ondan sonra doğa ve insan ilişkisi üzerine yaptığım filmler geldi. Çünkü şu anda Türkiye’nin en önemli problemlerinden bir tanesinin doğayı hor görme, kötü kullanma olduğunu düşünüyorum. Bunlar ‘Devir’, ‘Balık’ ve ‘Rüya’ filmleri oldu. Şehirleşme, rant, şehirdeki hoyratlık Rüya filminin konusunu oluşturdu. Sonra Suriye ile ilgili yaptığım film, ‘Flaşbellek’ ortaya çıktı. Suriye’den kaçan göçmenin Türkiye’de ayakta durma macerası üzerine değil Suriye’de ne olduğuna ilişkin bir film oldu. Bunları şunun için anlattım; ben, çevremi saran, doğduğum büyüdüğüm ve etkilendiğim meseleler neyse onları tek tek, değişik biçimlerde önüme alıp onlarla ilgili bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Bir cümlem oluyor şu ya da bu şekilde. Yüzleşmek istiyorum. Mesele neyse ona ilişkin değer üretmek, sizi soru sormaya çağırmak istiyorum.”
“Özgürlüğü her türlü deneyime açık olmak zannediyorlar”
Esas meselenin özgürlüğü derinleştirmek olması gerektiğinin altını çizen Zaim, “Aslında benim sinemam da özgürlük üzerine bir düşünce deneyimidir. Özgürlük sınırlar ortaya çıkarsa derinleşebilir. Özgürlük her şeyi yapmak değil ki. Sınırlar varsa ve o sınırları siz keşfederseniz özgür olursunuz. Ama bu sınırlar bireysel olmalıdır. Sen, sana başkası söylemeden, sınırları kendin keşfetmelisin. Öyle olursa şahsi ahlak ortaya çıkar ve şahsi ahlak dışarda özgürleşir, özgürlüğü de davet eder. Ancak şahsi olarak verilerini oturtan bir adam özgür olabilir. Özgürlüğü her türlü deneyime açık olmak, her an, her hafta farklı deneyimler yaşamak zannediyorlar. Bu özgürlük değil ki. Farklı heyecanlara kendini bırakmak, farklı aşklara yelken açmak özgürlük değil. Onları da yap, itirazım yok ama gerçek özgürlük sınırlar olduğu zaman derinleşir.” açıklamasını yaptı.
Türkiye’de iş yapmaya çalışan her yönetmeni her aşamada büyük problemlerin beklediğini dile getiren Zaim, “Eli yüzü düzgün bir film yaptığımızı düşünelim. Bunu nasıl dışarıya koyacaksın? Bunun için senin dışarda bir seyir zincirine girmen, eklemlenmen lazım. Onlar seni bir Türk olarak gördükleri için senin yerin daha fazlardır, senden beklentileri daha fazladır. Türklerden bekledikleri filmi yapmazsan allameicihan olsan seni o yerlere sokmazlar. Ne bekliyorlar? Sakallı adamlar kadın dövüyor, sakallı adamlar bir grup insanı hor görüyor. Berlin, Cannes, Venedik, Oscarlar, şunlar bunlardan bahsederek konuşuyorum. Kültürel, politik ve sanatsal oryantalizm var. Bu üç sacayağından, süzgeçten geçiyor Türk sineması.” dedi.
Derviş Zaim, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Biçimsel oryantalizm şudur. Yapıyla oynama diyor sana, yapıyla ben oynarım. Yapıyla Chistopher Nolan oynar, Alain Resnais oynar, Jean-Luc Godard oynar. Sen kimsin? Sen git, neorealist, minimalist filmini yap, Cihangir’de iki oda, bir salonda geçen filmini yap. Bu, biçimsel oryantalizmdir. İki, kültürel oryantalizm; sen despotik yönetim altında inleyen halkın filmini yap. Bir doğu despotizminin filmini getir bize. Berdel, kan davası, Masteng filmi, üç-dört küçük kız hayatı, cinselliklerini ve özgürlüğü keşfetmeye çalışıyorlar ama kötü babaları, kötü çevre onları engellemeye çalışıyor. Bunlar da aygır gibiler ve her türlü bariyeri ezip geçiyorlar. Kendi cinselliğini yaşamak isteyen insanlar, kötü toplum, şartlar onları eziyor vesaire. Bunlarda gerçeklik payı yok mu, var. Benim itirazım şu; biz bunlardan ibaret miyiz kardeşim. Elbette bunları söylemezsek, kendi kendimize çuvaldızı batırma şansını da yitiririz. İnsanın kendisini eleştirmesi gerekir. Sonuna kadar gidelim. Söyleyecek her şeyi sonuna kadar söyleyelim. Fakat beni bunlardan ibaret görme, ben buna karşıyım.”